Bilmezdim Tao-Klarceti’nin bu kadar esrarengiz olduğunu / Kitapların kifayetsiz kaldığını / Tarihinin derdine düşmeden önce

PARNA-BEKA ÇİLADZE

Laz şarkıcı Birol Topaloğlu ücra Laz köylerinde şarkı sözleri derlerken, yaşlı bir Laz kadın, bütün ülkenin tarihini biliyormuş gibi, Topaloğlu’na bunu yapmamasını ve köylülerin başını derde sokmamasını söylemiş. Kıyıda köşede saklı kalmış hazineyi ortaya serince, bunu korumuş olan insanların hedef haline geleceğini dili döndüğünce anlatmaya çalışmış. Sözlerini “Lazluğu hepten bitirirler” diye özetlemiş.

Sovyet Rusya’nın Kızıl Ordu’su bağımsız Gürcistan’ın işgalini tamamlamadan bir gün önce, 16 Mart 1921’de Ankara Hükümeti ile Sovyet Rusya arasında, tabiri caizse apar topar bir anlaşma imzalanmış. Moskova Anlaşması olarak bilinen bu anlaşma, eğer önceden hazırlanmış değilse, Ankara Hükümeti’nin bağımsız devlet olarak tanıyıp elçi gönderdiği Gürcistan’ın işgali sürerken Moskova’yla pazarlık masasına oturduğu anlamına gelir. Bu anlaşmanın sonucunda, başka yerlerle birlikte Artvin bölgesi Türkiye sınırları içinde kalmış. Ankara Hükümeti’nin ilk işlerinden biri, Artvin bölgesinin nüfusunun etnik yapısını tespit etmek olmuş. 1922 Nüfus Cetveli olarak bilinen bu tespitte köyler, “Milleti” kategorisi adı altında “Türk”, “Ermeni”, “Laz” ve “Gürcü-İslam” diye düşülen notla etnik olarak tasnif edilmiş. Bu tespitin, bölgede devlet politikalarının belirlenmesi için yapıldığı söylenebilir. Bölgede Hıristiyan Gürcü nüfusu olmadığı halde, Gürcülerin “Gürcü-İslam” olarak yazılması dikkat çekicidir. Ermeniler Sovyet coğrafyasına göç ettirilince, geride “sorunlu nüfus” olarak sadece Gürcüler ve Lazlar kalmış. 

Beş yıl sonra, 1927 yılında, üç yıl Artvin vilayetinde ilköğretim müfettişi olarak görev yapan Muvahhid Zeki’nin Artvin Vilayeti Hakkında Malumat-ı Umumiye adlı kitabı yayımlamış. Bu kitapta Muvahhid Zeki, Artvin vilayetini adeta iğneden ipliğe tasvir etmiş. 1922 ile 1927 arasında bölgedeki en önemli gelişme haliyle bu kitabın yayımlanması değildir. 1925 yılında Artvin vilayetindeki köylerin neredeyse tamamı Gürcüce olan adları değiştirilmiş. 1927 yılında vilayet sınırları içinde Türkçe dışındaki dillerin konuşulması Artvin vilayeti genel meclisi tarafından yasaklanmış. Artvin Vilayeti Hakkında Malumat-ı Umumiye’nin bütün bu değişikliklerin bir bakıma kamuya yansıtılan yüzü olduğu söylenebilir. Türkçe olmayan köy adları değiştirilmiş olmasına karşın, yazar coğrafi bölgeleri anlatırken, “Lazistan”, “Klarçet”, “Maskatya” gibi Türkçe olmayan kelimeleri başlık olarak kullanmaktan kaçınamamış. Halk kültürünü anlatırken, “Tamaşa: Esası itibarıyla Gürcü oyunudur. Kısa bir güftesi vardır. Ve Gürcücedir” dese de “Lisan” başlığı altında, vilayet halkının dilinin “Oğuz lisanının Osmanlı lehçesi” olduğunu söylemiş. Vilayette Gürcüce ve Lazcanın konuşulduğu kabul etmekle birlikte, Gürcü dilinin ve âdetlerinin varlığını, bölgenin “uzun müddet Gürcü istilası altında bulunması” gibi bir gerekçeye bağlamış. Sonra sözü Rus işgaline getirmiş ve elli yıl süren Rus işgali sırasında halkın “lisan-ı asıllarını” kaybetmemiş olmasını “şayan-ı şükran bir hadise” olarak nitelemiş. 

Kitabı dikkatlice okuyunca, etkili bir devlet memuru hissi veren Muvahhid Zeki’nin, son iki savaşta Türklerin safından can veren halka müteşekkir gibi görünmesine rağmen, bölgenin tarihini çarpıtma gayretleri gözden kaçacak gibi değildir. Bu durum, yazarın bölgenin gerçek tarihini bilmesi ve bölgenin Gürcistan’a sınır olmasıyla açıklanabilir. Türkiye Cumhuriyeti’nin daha kuruluşu sırasında Artvin vilayetinde köy adlarının değiştirilmesi ve Türkçe dışındaki dillerin yasaklanması gibi kararları alma yetkisinin vilayet idaresine bırakılmasına bakınca, Muvahhid Zeki’nin geliştirdiği tezler, bu politikanın bir yansımasından başka bir şey değildir. Bu tarihsel olgular ve yaklaşımlar, Türkiye’de yaşayan Gürcülerin Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan itibaren mercek altına alındığını göstermektedir.

İkinci Dünya Savaşı sırasında Ankara’nın muğlak siyasi havası yüzünden Türkiye’ye diş bilemiş olan Moskova’nın, savaş bitince, 1945 yılında iki Gürcü profesöre tarihi Gürcü topraklarını hatırlatan bir makale kaleme aldırması, Artvin vilayetindeki asimilasyon politikasının başka bir evreye taşınmasına yol açmış. Kendini devletin bekasından sorumlu gören ve tabiri caizse etekleri tutuşan M. F. Kırzıoğlu gibi kişilerin ileri sürdüğü tezler, Muvahhid Zeki’nin yalanlarını mumla aranacak hale getirmiş. Bu yeni tezlerde Kıpçaklardan Hurrilere kadar Artvin bölgesinde yaşamayan ahali kalmamış. Muvahhid Zeki’nin bölgenin hakim dili olarak verdiği “Oğuz lisanının Osmanlı lehçesi” kılıktan kılığa girmiş; Artvin toprakları, Kıpçak Türkçesi, Ahıska Türkçesi gibi adlar altında Türk lehçelerinin cennetine dönmüş ve bu lehçelerin Babil Kulesi olmuş. Bu yaklaşımlar bir bakıma daha emekleme dönemindeyken, hiç beklenmedik bir şey olmuş ve 1968 yılında, Ahmet Özkan’nın (Melaşvili) yazdığı söylense de çok yazarlı Gürcüstan kitabı yayımlanmış. Artvin vilayetinde atılması beklenen “ramazan topu” her nedense Marmara Bölgesi’nde patlamış.

Moskova 1953 yılında Türkiye’den toprak talepleri olmadığını ilan edip Türkiye’yle dostluk bağı kurmuş olsa da, bu yeni gelişme Türkiye’de yaşayan Gürcüleri hedef olmaktan çıkarmamış Kırzıoğlu ve benzeri yaklaşıma sahip kişiler, Gürcüstan kitabını İkinci Dünya Savaşı’nın ardından yazılan makaleden sonraki Sovyet hamlesi olarak görmüş. Kırzıoğlu, “Tiflis Gürcü Akademisi Azası İki Gürcü Profesörün ağzıyla yaptırdığı yazılı iddialara fazlasıyle yer veren ve 1968’de Sovyet Rusya’nın yeniden bu iddiaları bir Türk vatandaşının kalemiyle de kütüphanelerimize sokmaya çalıştığı son derece zararlı ve hemen toplatılması gereken bir yayımdır” diye yazmış. Moskova’nın vazifelendirmesi olmadan Türkiye’den birkaç Gürcü’yle ilişki kurulamayacağını düşünen Kırzıoğlu, hedefe de bu doğrultuda saldırmış.

Kırzıoğlu ve taifesi kitabın toplatılması ve Özkan’ın hapse tıkılması için belli ki elinden geleni ardına koymamış. Üstelik Kırzıoğlu, Ahmet Özkan’a ağır bir üslupla mektuplar da yazmış ve Özkan’ın ona cevabının bazı bölümlerini Kırzıoğlu’nun talebelerinden Yunus Zeyrek münasip bulduğu yerlerde kullanmış. Ahmet Özkan’ın kitapta yazılanları savunacak donanıma sahip olmaması ve ikinci baskıda Kırzıoğlu’nun işaret ettiği yerleri düzelteceğini söylemesi, kendini Türkiye’de yaşayan Gürcülerin lideri gibi gören kişinin “Aşil tendonu” olmuş. “Aşil tendonunu” fark eden Yunus Zeyrek de kitabı masaya yatırmış ve şöyle yazmış: “Bu kitabı biz de inceledik. Yazılar, yazarın kendisi tarafından yazılmamış, Tiflis’ten ithal edilmiştir. Şöyle ki, kitabın 1/7’si yazar tarafından, 6/7’si de Gürcistanlı 12 yazar tarafından kaleme alınmıştır. Böylece Gürcüler, kendi iddialarını, bu defa Acara muhaciri bir aileden gelen, siyasî kimliği şaibeli birisinin adıyla Türk kamuoyuna ulaştırıyorlardı!”

Bütün bu saldırılar ve karalamalar karşısında başını kuma gömen, bu iddialara kamusal alanda cevap teşkil edecek argümanlar ileri süremeyen kişiler, 1977 yılında Çveneburi adıyla bir dergi yayımlamış. Gizli bir iş dönüyormuş gibi derginin Türkiye’de değil de İsveç’te basılıp Türkiye’ye sokulması, Gürcüstan kitabını şaibeli bulanların elini güçlendirmiş, saldırganlığını adeta aklamış ve de arıtırmış. Bu derginin son iki sayısı İstanbul’da çıkaran Ahmet Özkan 1980 yılında faili meçhul bir cinayete kurban gitmiş. Özkan’ın öldürülmesinin aydınlatılması için “Çveneburi çevresi”nin çaba harcanmaması, karşıtları açısından Gürcüstan kitabı ile Çveneburi dergisinin sis perdesini daha da koyultmuş. Bu cinayetle ilgili geriye sadece gazete haberleri kalmış.

Bütün bu vakalardan haberdar olduğu halde sesini çıkarmayan birkaç kişi, sanki hiçbir şey olmamış gibi dergiyi 1993 yılında yeniden yayımlamış ve yeni saldırılar karşısında da sessiz kalmıştır. Bu sessizliğin altında “it ürür kervan yürür, biz işimize bakalım” anlayışından çok, söz konusu kişilerin suçlamalarına karşı ileri sürülebilecek argümanlara, gündeme taşınan konular hakkında bir fikre ve donamıma sahip olunmaması yatmaktadır. Gürcü tarihi ve sözüm ona hitap ettikleri kitlenin tarihsel toprakları Tao-Klarceti konusunda tamamen kifayetsiz olan bu kişiler Çveneburi dergisini yayımlamaya devam ederken, Hayri Hayrioğlu’nun çevirisiyle Gürcüstan Tarihi adlı kitap çıkmıştır. Mutlu bir tesadüf olarak Hayri Hayrioğlu, Türkiye camiasını Gürcistan’ın tarihine aşina kılma hevesiyle, 1945 yılında ünlü makaleyi kaleme alan Nikoloz Berdzenişvili ile Simon Canaşia’nın kitabını seçmiştir. Moskova yanlısı bu iki yazar, 1801 tarihinde Gürcistan’ın Rusya tarafından işgal ve ilhak edilmesinin adını yazmaktan kaçınmış, kitabı utanç verici bir cümleyle bitirmiştir: “Bu sayede, Gürcistan Rusya’nın aracılığıyla Avrupa tarzı gelişmenin yoluna geri dönülmez biçimde ayak basınca, ülke tarihinde yepyeni bir dönem başlamıştır.” (Hayrioğlu’nun çevirisiyle: “Böylece Gürcüstan tarihinde yeni ve tamamen değişik bir süreç başlamış oldu. Gürcüstan Rusya aracılığı ile Avrupa kültür yaşamının yoluna girdi.” 

Laz şarkıları derlemesi yapan kişiye, zaten bizi yok etmek isteyen kişiler var, buradaki varlığımızı  duyurma, son varlığımızı yok etmelerine malzeme sağlama demek isteyen yaşlı Laz kadının bilgeliğiyle söylersem, Gürcü kimliğini sözüm ona canlandırmak isteyen kişiler, izledikleri yöntemlerle Türkiye’de yaşayan Gürcülerin dış bağlantılarla gizli işler çeviren bir kitle olarak algılanmasına yol açmıştır. Tarihin bir cilvesi sonucunda başka bir ülkenin sınırları içinde kalmış olan masum kitleyi hedef almış M. F. Kırzıoğlu ve talebelerine adeta malzeme sağlamışlardır. Üstüne üstlük bu kişiler, Gürcistan’da “Sovyet kafası” taşıyan bazı Gürcüler tarafından birer “kahraman” ilan edilmiştir. “Çveneburi çevresi”nde eli kalem tutan kimsenin olmadığını ilan edercesine, söz konusu kişilerin biyografileri de Türkiye’de değil, Gürcistan’da “Sovyet kafası” taşıyan Gürcüler tarafından yazılmış, bu durum onları muarızları için daha da “şaibeli” hale getirmiştir.

*

Yorum bırakın